25 Kasım 2010 Perşembe

Jean Paul Belmondo

Fransız sinemasının en büyük duayenlerinden biri olan Belmondo birçok mükemmel filme imzasını atmıştır. Bunlardan biri olan Alain Delon ile oynadığı "Borsalino" filmi ise bize iyi büyük oyuncuyu birlikte izleme fırsatı sunar.

Filmlerinde genellikle serseri denebilecek bir tavır takınır ve seyircinin sempatisini böyle kazanır. Yüzünde çoğu zaman takındığı bir gülüş vardır. Bu gülüşü sizi de gülümsetir.
Giyim konusunda da bir tarzı vardır ve o zamanların giyim tarzını çok iyi yansıtır. Özellikle de "Bitmeyen kin" ("Le Corps de mon ennemi") filminde bu açıkça belli olur. Her giydiği elbiseyle bize moda konusunda bilgi verir gibidir.

Filmlerinde ki serserivari tavrı ile diğer karakterlerle dalga geçiyormuşçasına bir hava yaratır.
Her filminde açıkça görülebileceği gibi fikirlerini sonuna kadar savunur.
İtalyan asıllı olmasına rağmen o kadar güzel bir fransızca kullanır ki fransızcaya ilgi duymaya başlayabilirsiniz.
Filmlerinde ki kadın karakterlerle de arasında ki ilişki oldukça gariptir. Kadınlara yaklaşmasını çok iyi bilir ve ilişkilerini sanki bir oyunmuşçasına yaşar.

Diğer bir özelliğide 1985 te "Hold up" filminin çekimlerinde yaşadığı bir aksiliğe kadar hiçbir sahnede dublör kullanmamasıdır. Sahne neyi gerektiriyorsa onu yapar.

Ayrıca Fransızların en önemli nişanı olan "Légion d'honneur" ile ödüllendirilir.
Şu ana kadar 81 filmde oynamıştır.

Hiç ölmesin istediğim insanlardan biridir Jean Paul Belmondo benim için.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Sherlock Holmes

Geçen sene vizyona giren bu filmde, kitaplarındaki şahane hikayelerden birini anlatmak yerine Guy Ritchie yeni bir hikayeyi filme çevirmiş. Sir Arthur Conan Doyle'un yazdığı o kadar hikaye bir kenara atılmış.
Film gayet güzel olmuş, neredeyse kitaptaki hikayeler kadar iyi ama neredeyse. Robert Downey Jr. ne kadar iyi bir oyunculuk sergilemişse bile Sherlock Holmes'ün kişiliğinden ödün verilmiş.

Jeremy Brett'in oynadığı Sherlock Holmes karakteri ise bir efsanedir. Kitaptaki neyse o da odur. Dizi olarak çevirilen Sherlock Holmes serinde oynayan Jeremy Brett her hikayede farklı bir yönünü tanıtır bize ünlü dedektifin.

2009 yapımı Sherlock Holmeste Dr. Watson karakterini canlandıran Jude Law'un da kitapla alakası yoktur. Sırf film iş yapsın diye karaktere farklı özellikler yapıştırılmış. Bu da biraz sırıtmış tabi.

Ama hepsi bir yana Amerikan sineması kitapları okumamış sinemaseverler için oldukça güzel bir film yapmış.
2. film ise muhtemelen 2011 yılında vizyona girecekmiş. Merakla bekliyoruz :)

7 Kasım 2010 Pazar

Hayat

Türkçeye "şimdi ya da asla" diye çevirilen Morgan Freeman ve Jack Nicholson'ın oynadıı "The Bucket List" filmini hepimiz izlemişizdir. Filmin sonunda "gerçekten önemli olan ne ?" sorusu belirir insanın kafasında. Hayatı başarıyla dolu ama yalnız bir adam olan Edward(Jack Nicholson) ile araba tamircisi Carter(Morgan Freeman) 'ı buluşturur bu soru. Kısa süre sonra ölecek olan iki adamın yeniden doğmasını görebilirsiniz bu filmde.

Ya da Rob Schneider'ın oynadığı "Seçilmiş Kişi" ("The Chosen one") filmini de izleyebilirsiniz.Babasının intaharı hayattan kopmuştur. Bir de karısı tarafından başka bir adam için terkedilen Paul(Rob Schneider) iyice kaybetmiştir kendini. Araba satmaktaki o eski başarılı günleri de yavaş yavaş geride bırakmaya başlamıştır. Çalıştığı şirketten araba çalıp evine gider ve intahara hazırlanır. O sırada kapısını çalan dört yabancıdan üçü şamandır ve ona seçilmiş kişi olduğunu söylerler ama o buna inanmaz. Onları evine alır; misafir eder. fakat şamanların davranışlarına anlam veremez. Sürekli kaybettiği şeyler hakkında düşünür, kendini içkiyle avutmaya çalışır. obür yandan şamanlar onu yavaş yavaş değiştirmeye başlamıştır bile. Filmin sonunda herşeyi bırakıp, seçilmiş kişi olduğunu kabul eder ve şamanların ona verdiği görevi yerine getirmek için bir yolculuğa çıkar. Görevini tamamladığında başka biri olmuştur artık; dert etmeyen, hayatta gerçekten neyin önemli olduğunu keşfetmiş biri.

Son olarakta Colin Firth'in Julianne Moore ile başrol oynadığı "Yalnız Bir Adam" ("A Single Man") adlı filmden bahsetmek istiyorum. Eşcinsel bir profesör'ün hayatından kısa bir bölüm sunar bize bu film. Siyah beyaz çekilmiş filmde profesör başka bir insana temaz ettiğinde sahne renklenir. Profesör'ün erkek arkadaşı hayatını kaybetmiştir ve profesör artık hayattan hiç zevk almamaktadır. Yaşamasının hiçbir anlamı olmadığını düşünür. Bu karakter de intahar eğilimindedir ama önce yapması gereken işleri vardır; Üniversiteye gider ve muhtemelen son dersinde öğrencilerine hayattan bahseder. Bir öğrencisi herşeye rağmen hayatın yaşamaya değer olduğunu hatırlatır ama profesör hala geçmişinden kopamamaktadır. Profesör sadece düşünmeyi bırakıp şimdi ki an'a yoğunlaştığında huzur bulabilmektedir. Profesör filmin sonunda intihardan vazgeçer ve hayatına kaldığı yerden devam etmeye karar verir ama bu yeni hayatın ona bir sürpriz'i vardır. Profesör de bu sürpriz'i yargılamadan, olduğu gibi kabul eder.

2 Kasım 2010 Salı

V for Vendetta

Devranın kötü değil, daha kötüye döndüğü gün, şiiri, felsefeyi, düşünmeyi ve değişimi bıraktık. Dünyanın kendi ekseninin belini kırarcasına hızlandığı bu gidişatta kendi küçük dünyalarımıza gömüldük; bir devekuşu gibi ama ondan daha aciz ve onursuzca… Bir yerlerde kendimizi unuttuk, rutinin verdiği zehirle doldurduk içimizi. Tüm büyük anlatılar bitmiş, devrimler sona ermiş, kaleler yıkılmış ve evet yalnız kalmıştık. Koca dünyaya karşı bir başına, üstümüze giydiğimiz takımların altında çıplak ve zayıf. Geriye savunmamız gereken tek bir kale kalmıştı: Buram buram ölüm korkusuna bürünmüş bedensel varlığımız. İnanmanın demode, bağlılığın ilkellik, özgürlüğün Lewis marka kotla eşdeğer olduğu gün yeni bir sisteme açtık gözlerimizi. Refahın, bolluğun, açık bilgi akışının ortasında tüketmenin verdiği esrime ve tutsaklığın bastırılmış iştahıyla önümüze çıkan her şeyi silip süpürdük. Mutlak özgürlüğün ilan edildiği gün totaliter eğlence buyruğunun manyetiğine kapıldık. Gülmek, kahkahalara boğulmak ve karşımızdakiyle aramıza hep o müstehzi ifadeyi inşa etmek zorundaydık. Tükettikçe daha unuttuk kendimizi. Unuttukça maskeledik, öyle ki maskenin ardında maskelerden başka bir başka gerçeklik kalmayana dek…
Sonra bir çılgın çıktı, ortalığı birbirine kattı, ateşi çalmaya cüret etti bir kez daha. Taktığımız maskeleri yüzümüze vururcasına çıkan bu maskeli süvari bir hayalet gibi kentin karanlığında arz-ı endam eder oldu. Ve peşi sıra şunları fısıldadı kulağımıza: “5 Kasım’ı Unutma!”

Bu maskenin altında bir yüz var...
ancak benim değil.
Ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz...
ne de altındaki kemiklerden.
Bu maskenin altında etten daha fazlası var.
Bu maskenin altında bir fikir var!
Ve fikirler kurşun geçirmez!..



Artık korku kalmamıştır, özgürlük böyle başlar…